Günay
İdil Himmetoğlu
Babam o sene müdür olduğunda Almanya gezisinden anneme bacakları kızarmasın diye bir krem, bir de fotoğraf makinası getirmişti. Kazandığı ilk ikramiye ile de bize küçük bir tekne aldı. Annemin ismini verdi, ‘Günay’.
Günay’la pazar günleri gezmeye çıkardık. Babam beni hep kaptan koltuğuna oturturdu, onun tombiş boynuna sarılınca dünyalar benim olurdu.
Gittiğimiz kıyılarda deniz yıldızlarını, küçük salyangozları elimle çıkartıp yoğurt kabından küçük bir akvaryum yapardım. Annem topladığım o canlıları denize geri atmamı isterdi. Onu dinliyormuş gibi yapar, hazineme kıyamaz, akvaryumumu teknenin bir bölgesine saklardım.
O gün geziye çıkmadan önce babam fotoğrafımız olsun istedi. Annem rüzgardan saçları kabarmasın diye eşarbını bağlamış, süt gibi beyaz bacaklarına kreminden sürmüştü.
“Tanju oğlum sen de gel beraber çekilelim.” diye bağırmıştı abime.
Abim o kareye girmek istemedi, babamın Almanya’da bir kadına yazdığı mektupları okumuş. Acaba annem de anlıyor muydu? Anlasa da belli etmezdi ki.
O yazdan sonra yatılı okulu kazanıp evden ayrıldım. Uzun zaman da geri gelemedim.
Annemin ölümünden sonra evimizi boşaltmak için adaya döndüğümde gördüm ‘Günay’ı. Kıyıdan uzakta, boyaları dökülmüş öylece duruyordu.
Elimle çürümüş ahşabının üzerindeki kumları temizlerken ismine bakınca fark ettim: ‘Margareth’i.
Altındaki ahşap çürümüş kutuyu açtığımda üzerine deniz yıldızı yapışmış plastik akvaryumum ve bu fotoğraf bana göz kırpıyordu...