Opaka
Çağrı Öztürk
Onu orada bulacağımı biliyordum. Ön taraftaki kalabalıktan usulca çekilip arka bahçeye geçtim. Beni fark etmedi. Elindeki kalemi iki tur döndürdü, ardından kucağındaki ajandayı karıştırmaya başladı. Yaklaştım, ben de yanındaki şezlonga uzandım. Bakışını ajandadan ayırdı, göz göze geldik.
Kaçtığı sığınakta daha fazla rahatsız etmemek için ses etmiyordum. Gövdesini doğrulttu, “hiç” dedi. Sesiyle cırcır böceklerini tetiklemişti. Diyeceğini yuttu, gözünü kapattı, gülümsedi ve dinlemeye koyuldu. Biri duyarsa diye fısıltıyla “Hiç arkadaşım yok Orhan, bu korkunç bir kalabalık.” deyiverdi. Elindeki defteri okşadı, “Babam doğumumdan beri aksatmadan günlüğümü tutmuş, ajandaların girişindeki yıllık takvime küçük küçük notlar iliştirmiş:
Sarp, bugün yağan karı ilk kez, camdan izledin.
Koltuğa tutunarak ayağa kalktın.
Sabah uykusundan uyanıp kanepeden kafa üstü düştün (ilk kaza).
Öksürük taklidi yapmaya başladın.
Bugün portakalla da tanıştın; “opaka opaka” diyerek güzelce yedin.
Usanmamış, vazgeçmemiş. Her yıl yenilemiş ajandayı. Defterlerin içi çizdiğim resimler, notlar, katlanmış kâğıtlarla dolu. İnanabiliyor musun, çizgi roman denemesi yapmışım, beş yaşında ya var ya yokum.
Bir şey istediğinde annen gibi yapışkanlı kâğıtlara notlar iliştiriyorsun; “Artık gidelim mi?”, “Baba, benimle oynar mısın?”
İnsan yazıda görülür mü? Çocukluğuma seyahate çıktım, bu defterlerde kendimi seyrettim Orhan.”
“Bir romandan okuyucusunun hikâyesine sızmış karakterler gibiyiz.” dedim, durdu. Elindeki kalemi kavradı, ajandanın boş sayfasına bir not iliştirdi: “Baba, büyüdüm mü?”