Doksancıl
Berin Aral
Babaannem anlatmıştı; Doksancıl Kuşu yanına aldığı doksan taşla karakışın birinci günü deliğine girermiş sonra her gün bir taş atarmış yuvasından. Doksanıncı taşı dışarı attığı gün ‘’Yaz geldi!’’ diye yuvasından çıkarmış. Bugün o gün demişti Feriha Hanım. Annemin diktiği puantiyeli, fırfırlı elbiseyle eteklerimi tuta tuta dönmüştüm koruluğun kenarında.
Çağla annemin kucağından inmemişti bütün gün. Babamın minder yerleştirdiği salıncakta hep ikisi sallanmıştı. Ağaçların arasından güneşin yeşile boyanan ışıkları yüzüne düşüyordu.
İkisinin bembeyaz yüzüne, güneş, besinlerini ulaştırmaya çalışıyordu. Doksan gün önce solduğunda gözlerindeki ışık, şu koruluğun orada ana karnına yatırır gibi yatırmıştık toprağa kardeşimi. Annem o günden sonra yeniden yapıştırdı karnına Çağla’yı.
Başkalarının görmüyor olmasına şaşıyordum, fısıldayarak soranlara ‘’İşte ya kucakta, orada…’’ diyordum.
Çağla hiç büyümüyordu.
Kuşlara bakıyordum hep. Doksancıl Kuşuna ‘’Çağlanın elbisesindeki puantiyeleri toplayıp kış için yuvana sakla, Çağla’yı bırak ama!’’ diyecektim.
Her çırpınan kuş kanadına mırıldandım içimden bir dua gibi. Annem de tanrı gibi sesimi duymuyordu.